Seferihisar’ın doğa içinde, ama epey karanlık bir mahallesinde yaşayan iki kadın sabah saatlerinde evden çıkıp, her gün 130 kilometre yol yapıyor. Genç olanı Sorbonne Üniversitesi mezunu avukat Defne Soyer. Bu yolculuğun sonunda, kooperatif modeliyle kentsel dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştığı dönemle ilgili ‘nitelikli dolandırıcılık’ iddiasıyla Buca Cezaevi’nde tutuklu olan babası İzmir Büyükşehir Belediyesi Eski Başkanı Tunç Soyer’i, mesleği dolayısıyla her gün ziyaret ediyor.
Diğeri ise yıllarca köylerde öğretmenlik yapmış, İzmir Köy-Koop’un ilk kadın başkanı, pek çok tarımsal projeye imzasını atmış Neptün Soyer. Eşi Tunç Soyer ile haftada bir gün bir saat kapalı, ayda bir gün bir saat de açık görüşte bir araya gelebiliyor. Ama yine de her sabah mesaiye gider gibi birlikte yola çıktığı kızına yoldaş, akşam saatlerine kadar kah cezaevi kafeteryasında, kah arabanın içinde “Eşine yakın oluyor”. Kırgın, üzgün, kızgın olsa da koşulsuz desteklediği eşinin dışarıdaki yansıması olduğunu bildiği için dimdik duruyor. Gün, saat, ay saymıyor, “Bu da geçer” cümlesini dilinden düşürmüyor.
Tunç Soyer’in iki “gözbebeği” ile akşam saatlerinde, artık kendilerine çok olağan gelen ziyaret dönüşlerinde konuştuk.
-Cezaevine sık gidiyor musunuz?
Cezaevine her gün gidiyoruz Defne ile. Kırıklar baktık 65 kilometre. “Ne işimiz var bizim başka? Ne olacak, babanla her gün bürona gider gibi gidip geliriz” dedim Defne’ye. Yolda birbirimize yoldaşlık ediyoruz. Defne’nin bir saat, bazen iki saat, bazen birkaç kere girip çıkması gerekiyor. Defne babasının yanında yaptı stajını diyorum.
-Siz her gün göremiyorsunuz ama?
Evet, ama yakınında oluyorum. Cezaevinin kafeteryasında ya da arabada oturuyorum. Ormana gidiyorum. Bizim çevredeki köylerde daha önce tarımsal faaliyetlerimiz olduğu için insanlarla bir araya geliyorum, sohbet ediyoruz. Böyle geçiyor günlerim. Geçer, geçecek.

-Siz nasılsınız?
Her türlü duyguyu hissediyorsunuz. Çok kızıyorum. Çok üzülüyorum. Tunç gibi bu memleket için bu kadar proje üretmiş, çalışmış, suçsuz bir insanın tek başına bir hücrede kalmasına çok üzülüyorum, kızıyorum. Ama tabii ki hukuk devletindeyiz, hukukla bu işi çözeceğiz.
Haftada bir kapalı görüş dedikleri cam ve demir parmaklıklar arkasından görüşüyoruz. Ayda bir de açık görüş. Tunç alanda olmayı sever, herkes ile konuşur, herkesin telefonuna dönmeye dikkat eder. Şu an telefonu yok, sadece annesiyle haftada 10 dakika konuşabiliyor telefonda. Yani Tunç’a ayıp oldu diyorum ben. Bunu hak etmedi. Suç yok, delil yok. Şikayet yok, o yok, bu yok, hiçbir şey yok.
-Peki ne var?
Tunç’a yapılan haksızlık var. Hep çok çalıştı. CittaSlow’ları (Sakin şehir) 15 sene önce ve bütün Türkiye’ye, Kıbrıs’a kadar bunu hiçbir siyasi kılıfa sokmadan yaymak için çalıştı. Dünyada yayılmış böyle bir ağ varken bu ağı sadece Seferihisar’la İzmir’le sınırlı bırakmak istemedi. Türkiye’nin her yerinde bunların yaygınlaşmasını istedi. Geçen aylarda Kültür Bakanlığı’nın CittaSlow’ları geliştirmek gibi bir girişimi olmuş. Bu çok kıymetli.
Daha çok raylı sistem yapmaya, yürüyerek şehri gezmeye, daha çok yeşil alan yaratmaya, tarımı güçlendirmeye odaklandı. Çünkü gıda ve iklim krizleri bizi bekliyor. Türkiye’de ilk tohum bankasını kurarken de ilk tohum takas şenliklerini gerçekleştirirken de bunu anlatmak istedi. Ulamış’ta karakılçık buğdayı ile hayat buldu tohum bankaları.
Bundan birkaç hafta önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yağmur hasadını kamu binalarında zorunlu tuttu. Yahu 5 yıl Tunç yağmur hasadı dedi, durdu. Belediyenin binalarında yağmur hasadı sistemi kurdu. Bir kılavuz bastırdı bunu sadece İzmir’e değil bütün Türkiye’ye mal etmek için. Bu, tüm yerel yönetimlere rehber olabilecek bir kılavuz oldu. Ödül aldılar.
İzmir’in Buca metrosu 490 milyon Euro. Yağmur suyu pis su ayrıştırma kanalı yapmış 300 km. Para yok demedi. Gücümüz yok demedi. Hep “Aşkla İzmir bunun altından kalkacak ve Türkiye’ye örnek olacak” dedi.
Siz bir dönemde Buca metrosunun temelini atacaksınız, finansını bulacaksınız, Narlıdere metrosunu bitireceksiniz, Çiğli tramvayını bitireceksiniz. Şimdi bunları yapan bir insanın bir maaşıyla ev sahibi olmak isteyenleri dolandırdığı nasıl düşünülebilir? Bu iftira nasıl atılır Tunç’a? Olabilir mi?
Bu insana çok cüzi maaşlarından kısarak ev sahibi olmaları için bir kooperatif dayanışma modelini ortaya koyarken dolandırdı diyeceksiniz. O insanların parasına, hakkına, çocuğunun geleceğine böyle bir şey düşünülebilir mi? Zaten cebine 5 kuruş girmemiş. Bir de kamu zararı yok. Belediyenin kasasından para çıkmamış. Tunç Soyer kişisel menfaat sağlamamış. İddianamede bu yazıyor. “Kişisel menfaat temin etmemiştir” diyor. Memlekete fayda sağlamak için bu kadar didinen bir insanın bir hücrede olması insanın gerçekten canını acıtıyor. Hani bu da geçer diyorum, ama çok üzülüyorum.

-Kaç gündür ayrısınız?
162, 163, 165 mi? Kaç oldu? Zamanı zaten insan kendi bölüyor saniyeye, dakikaya, saate, güne, aya, yıla. Ben kaldırdım. Yani güneş doğacak, güneş batacak, ay doğacak, ay batacak ve Tunç gelecek.
Çok kötü günler olur ya bazen. Annem, “Hadi çocuklar bir yatalım bakalım yarın ola hayır ola” derdi. O yarın olacak.
-Bugün Mansur Yavaş ziyaret etmiş. Ziyaretçisi çok mu?
Hiç ziyaretçisiz kalmıyor. Büyükşehir Belediye Başkanlığını bırakırken “Herkese çok teşekkür ederim. Beni en yüce makam olan gönül makamına layık gördünüz. Bu benim için en büyük ödül” demişti. Biz bu süreçte o gönül makamı neymiş gördük. Hiçbir makamı olmadan aldığımız telefonlar, mektuplar, çok güzel. Herkes ne yapabilirim diye canhıraş uğraşıyor. Herkesin ne kadar karşılıksız destek verdiğini gördük. Bunlar hoş, çok özel şeyler.
-Sağlığı nasıl?
Cezaevine giren herkes kilo kaybından bahsediyor, ama Tunç öyle çok fazla kilo vermedi. Tabii ki gözaltı süreci çok zor. Orada birkaç kilo gitmiş. Ama sporunu yapıyor ve kilosunu da koruyor. Günde 10 kilometre yürürdü, aynı yürüyüşü avluda sürdürüyor.
Her gün bir saat temizlik yapıyormuş hücresinde. “Kaç metrekare ki bir saat temizliyorsun” dedim. Cillop gibi yapana kadar siliyormuş. Lavabosunu temizliyormuş. Banyosunu temizliyormuş. Yıkanması gereken şahsi eşyalarını yıkıyormuş. Disiplinlidir Tunç. O disiplini sayesinde uyumu zor olmadı.
Kronik herhangi bir rahatsızlığı olan bir insan olmadığı için sağlığı ile ilgili bir problem de çıkmadı.

-“BU DA GEÇER”
Şimdi bazı kelimeler artık bizim hayatımıza yer etmiş. Görüşe gidecektik. Defne kalkmış alacakaranlıkta. “Anne gözaltlarımı gördün mü” dedi. “Ne? Kim gözaltına alınmış Defnecim? Aç şu televizyonu çabuk” dedim. “Yok benim gözaltlarım. Çok mu kötü” deyince kahkaha attık.
Gülüyoruz ama tedirgin edici tabii ki. Ama insan çok güçlü bir varlık ve o umudu yaratıyor, kendini iyileştiriyor. Yeter ki yanınıza yoldaş bulun. Yani onu paylaşacak en doğru insanlarla beraberseniz bu da geçer diyorsunuz ve geçer, geçecek zaten. Ben dayanma gücümü hep jenerasyonumdan aldığımı düşünüyorum. Ola ki Tunç 1960’lar, 70’ler, 80’lerde askere gitti, yurt dışında bir eğitime gitti. Nerede telefon? Nerede görüşme? Kendimi dönüşüm ve değişime adapte edebilmek için böyle şeyler düşünüyorum. Nitekim gerçekten doktorası için ya da bir çalışma için bir odaya kapansaydı bu sürede bir kitap çıkardı. O da bir kitap yazdı. Onlarca kitap okumuş. Çok mektup geliyor. Mektuplarla beraber ressamlar çok güzel resim yapıp gönderiyor, duygularını resimle ifade edenler var.
İlk girdiğinde hücresi gri duvarlıydı anladığım kadarıyla. Biz her görüşümüzde dizilip fotoğraf çektiriyoruz. Hücresini o fotoğraflarla rengarenk yapmış.
-Çıktığında ilk iş ne yapmayı planlıyorsunuz?
Açık kapı buluşmalar var ya. Açacağım kapıyı. Tunç’a da söyledim. Bahçede ocağımız var. Tunç ızgaraları yapar. Fırına veririz kara kılçıkları. Kapıdan giren katılsın bize. Bir günde atarız bütün sıkıntıları.

DEFNE SOYER: YILGINLIĞA DÜŞMÜYOR
-İyi ki avukatsınız ve babanızı her gün görüyorsunuz…
Evet, bu çok güzel ama bir müddet sonra bana kıyamıyor. Defne artık git, annen dışarıda bekliyor diye beni göndermeye çalışıyor. Bir gün, “Ofiste işim var benim” dedi. Şaşırdım, “Baba ne ofisi” dedim? “Ha ofis dedim değil mi” dedi. Hücreyi ofis olarak kullanıyor.
Küçük şeylerle mutlu olmasını bilir babam. Cezaevinin dört duvarı o yaşam sevgisini kıramadı. Orada bir dünya kurdu ve bize de o kadar güzel yansıtıyor ki bizi endişelendirecek ya da yılgınlığa düşürecek bir an bırakmıyor.
-Avukat olarak nasıl değerlendiriyorsunuz davayı?
Aslında bizim davada model yargılanıyor. Dolandırıcılık suçu deniyor, ama suça dair hiçbir unsur yok. Para alışverişi yok. Hile yok, her şey basına anlatılmış. Herhangi bir kasttan bahsedilmiyor, dolandırma kastı yok. Zaten babam niye kendi gövdesini ortaya koyduğu projenin başarısız olmasını istesin ki? Üstelik zaten Savcı kişisel menfaat yok diyor. Yani çok mantıksız.
İnşaat maliyetleri yüzde 1000 üzeri arttı bu proje başladığında. 6 Şubat depremi oldu, İzmir depremi oldu, pandeminin etkileri, post pandemi dönemi oldu. İzmir’de daha onlarca felaket oldu. Hortum oldu, çok büyük yangınlar oldu. 2021’de 100 yılın en büyük üç sel felaketinden birini yaşamış İzmir.
Gerçekten afetlerle dolu bir 5 yıl geçirdi babam. Ama hiçbir zaman şikayet etmedi, asla bahane üretmedi. Her zaman çözüm odaklıdır. Bu proje de çözüm arayışı içinde ortaya çıktı.
2012’den beri kentsel dönüşüm bekleyen hak sahipleri var, gerçekten mağdurlar. Çoluğunun çocuğunun geleceği için bir ev sahibi olmak istiyorsun. Bunu o kadar iyi anlıyorum ki. Tapularını belediyeye vermişler ce evlerini bekliyorlar. Belediyenin görevi, kentsel dönüşümü yapmak. Ama müteahhitler yeterince karlı görmedikleri için, belediyenin payını aşağı çekmek için ihalelere girmiyorlardı.
İzmir Ticaret Odası gibi köklü kuruluşlardan gelen teklifle kentsel dönüşümün yapılması sağlanıyor. Belediyenin kasasından para çıkmayan dayanışma esaslı bir model bu.
Kooperatifçilik kendi mevzuatı gereği çok kontrollü bir yapı. Burada kooperatiflerin iç işleyişi ile ilgili, iç ekonomik durumları ile ilgili belediyenin kontrolü söz konusu değil. Belediye, binaların deprem dayanıklılığını kontrol ediyor.
Proje devam etse aslında Türkiye’ye örnek bir model. Deprem olduğunda herkes hep bir ağızdan kentsel dönüşüm şart diyor. Türkiye bir deprem ülkesi ve bizim güvenli konutlara ihtiyacımız var. Bunu tek başına bir kurumun yapacak gücü de yok. O yüzden de herkesin kendi evini yapmak için birleşmesi gerekiyor. Kooperatifçilik zaten hep kullanılan bir model. Türkiye’de 2002’ye kadar konutların yüzde 35’i kooperatifçilik ile yapılıyordu, bugün bu oran yüzde 1’lerde. Sadece kooperatifçilik de değil Türkiye’de kaç tane model varsa herkesin el ele verip kentsel dönüşümü bir an evvel bitirmesi lazım. Ama maalesef bizim davada model yargılanıyor.
Projenin başarılı olup üyelerin evlerine kavuşmasını en az onlar kadar isteyen babam zaten. Mağduriyetler giderilsin diye yapıldı bu. Dolandırıcılık suçu oluşmadığı ortada olduğu için ve buna dair hiçbir delil olmadığı için biz dava konusu olmayan şeyleri konuşup duruyoruz.
Babamın görev süresi bittiğinde teslim tarihi gelmiş bir inşaat yok.

-Ama inşaatlarda yeterince ilerleme olmamış…
Eğer gecikme bir dolandırıcılık sebebi yapılacaksa şu an kentsel dönüşüm yapan kurumların hepsinin yöneticilerinin yargılanması gerekir. Şu an herhangi bir müteahhit ile İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı inşaatlarda da gecikme var. Onlar niye durdurulmuyor? Veya TOKİ’nin inşaatları, özel sektör inşaatları gecikme olmuyor mu hiç? Onlarda niye dolandırıcılık var mı yok mu aranmıyor?
Maliyetler yüzde 1000 üzeri artmış, 6 Şubat depremi olmuş. Türkiye’nin etkilenmemesi mümkün mü? İnşaatlardaki gecikmelerin sanki bir dolandırıcılık gibi konuşulmasının çok büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca asıl gecikme inşaatlar durdurulunca yaşanıyor. Eğer inşaatlar durdurulmasaydı, şu anda ya anahtar teslimleri yapılıyordu ya da inşaatlarda sona gelinmişti. Projeler Temmuz 2024’te durdurulduktan sonra bir müteahhide verildi, müteahhide verilen süre 1,5 yıl. Yani o zaman durdurulmasaydı, şu an bitmişti.
Bu model aslında gerçekten herkesin hakkının korunduğu bir model. O kooperatif üyelerinin sonuçta burada hakları var ve bir şekilde verdikleri paranın şu an daha fazlasına hak sahibiler. Yani o yüzden de mağduriyet, evler bittiğinde kalmayacak zaten. Yani 1 milyon verdilerse sonrasında evleri zaten çok daha yüksek değerde olacak. O yüzden de inşaatlar bittiği an bu dava konusuz kalacak. Ve bu davanın zaten konusu bu da değil. Algılar konusuz kalacak. İftiralar konusuz kalacak.
-Evde bu dava dışında bir şeyi konuşabiliyor musunuz?
Yemeğe düştük biz. Çok yemek konuşuyoruz. Tabii dönüyor dolaşıyor, konu bizim davamıza geliyor. Hukuk çok konuşuluyor. Annem neredeyse hukuk lisansını aldı. Ben yakında diplomayı vereceğim. Biz tabii her gün birlikte gittiğimiz için her şeyi birlikte konuşuyoruz.
-Babaannenizin durumu nasıl?
Babaannem, Güneş, bizim Güneşimiz. Açık görüşlere hep geliyor. 88 yaşında. Haftalık 10 dakika telefon görüşmesini babaannemin telefonuna bağladık. O görüşüyor. O da babam gibidir. Hep olumlu yanı görürler. Mahkeme ertelenince, “Mahkeme günü 9 Aralık değil de 5 Ocakmış. Öyleymiş gibi düşünelim biz” dedi. Yani hiç buna üzülmeyelim. Duruşmadan daha yeni çıktık. Sen bunu ne ara düşündün de bana telkinde bulunuyorsun. Gerçekten güçlü kadın.
Berrin Tuncel Birer